Botanik - Deniz Anası, Gelincik ve diğerleri

Oturduğumuz küçük Fransız kasabasında Botanik isimli bir dükkan var.
Ben çok bunaldığım, içimi gıpgri bulutların kapladığını hissettiğim, yaşama sevinci yokluğu çekmeye başladığım bazı günlerde Botanik'e gidip yenileniyorum. Çünkü bu dükkan bana hayatta güzel şeylerin olduğunu, doğanın her şeye ama her şeye rağmen bir şekilde yoluna devam edeceğini, çiçeklerin yine açacağını, kuşların tekrar öteceğini hatırlatıyor! Peki neler mi var bu Botanik'te? Gelin beraber bakalım:


Bir kere rengarenk, misler gibi kokan bir sürü çiçek var! Sadece şu çiçekler bile insana yaşama sevinci depolamıyor mu? Ben aralarında yürümeyi, küçücük detaylarını, yapraklarındaki incecik damarlarını incelemeyi çok seviyorum ve her birine ayrı ayrı hayran kalıyorum!


Sonra akvaryum bölümü var. Lepistesler, betalar, japon balıkları... Deniz anaları korkulu rüyamdır. Bu yüzden deniz analarının çoğaldığı mevsimlerde denizi onlara terkederim. Ayak parmağımı dahi denize sokmam. Bu fotoğraflarda gördüğünüz deniz anasına ise tek kelimeyle h-a-y-r-a-n kaldım! Bildiğin neon pembe! Tabii koynuma alıp yatacak değilim ama bu rengine ve beneklerine aşık olmama engel değil!


Pet shoplarda kedi, köpek satılmasına karşıyım! Türkiye'de de yasalar ile engellenmesini istiyorum. Türkiye'ye geldikçe ve küçücük kafeslerde, pis şartlarda, sevgiden yoksun yaşayan kedileri, köpekleri gördükçe çok üzülüyorum. İsviçre'de ve bildiğim kadarıyla Fransa'da pet shoplarda kedi, köpek satılması yasal değil. Hiç görmedim. Gerçi kuşları bile kafeste görmek hoşuma gitmiyor... Hoş bu kuşlar tamamen kafeslerde doğup büyüdüklerinden doğaya salındıklarında başlarının çaresine bakamıyorlar.

Kedi, köpek yok ama bu güzel gelinciği doğal hayatından uzakta, küçük bir kafesin içinde kıvrılmış uyurken görünce kötü hissediyorum. Uzun süredir orada yaşıyor. Sırf insanız, onlara göre bir takım avantajlarımız var diye hayvanlara böyle bir esaret hayatı yaşatmamız çok acımasızca!

İşte benim sığınaklarımdan biri de bu Botanik...Canım sıkkınken gidip, içinde biraz dolaşıp hiç para harcamadan yenileniyorum! 

Hamiş: Fransa'da gelincikler koruma altında. İki yıl önceki ev sahibim söylemişti. Evine bir gelincik girmiş ve mobilyalarını kemiriyormuş. Korkutup kaçırmaya çalışıyordu. Artık Türkiye'de de hayvan hakları konusunda ciddi adımlar atılsa çok iyi olacak! Oysa hala güzel ülkemin sokaklarında hem de Ramazan ayında köpekler zehirleniyor, küçük cansız bedenleri çöp konteynırlarına atılıyor...



Chez Ma Cousine

Cenevre çok pahalı bir şehir. Dışarıda ortalama bir yerde yemek yemek isterseniz, çoğunlukla kişi başı en az 25-30 CHF (50 TL) yi gözden çıkarmanız lazım. Neyse ki tek tük de olsa hem uygun fiyatli hem de lezzetli yemekleri olan lokantalar da var.
Bunlardan bir tanesi de Chez Ma Cousine.  Salataları ve tek tip çorbasını saymazsak menüsünde ana yemek olarak sade ve sadece kızartılmış tavuk var.  Yani tek bir şey yaparım ama güzel yaparım diyen yerlerden. Biz ara sıra evde yemek olmadığında ve canımız tavuk istediğinde gidiyoruz bu tavukçuya. Bu akşamüstü biraz yürüyüş yapıp açılalım diye Yener ve yıllanmış dostumuz Özgün ile Cenevre'ye inmiştik. Pek sevgili yağmur tam biz göl kenarında avare avare yürürken bastırdı sağolsun. Hem yağmurdan kaçalım hem de karnımızı doyuralım diye kendimizi Chez Ma Cousine'e attık.

Az önce de söylediğim gibi menüde tek seçenek var ki bu restaurantlarda menüye bakıp yemek seçene kadar sıkıntıdan doyan biri için çok güzel bir durum. Ohh kafan rahat. Bir yemeği seçince aklın diğerinde kalmıyor. Garsona pizza sipariş ederken, gözünün önünden soslu makarnalar resmi geçit töreni düzenlemiyor. Vermen gereken tek karar ne içeceğin ki o da pek zor olmasa gerek.

Yarım tavuk, patates kızartması ve yeşil salata bir arada geliyor. Tavuğun yanına isterseniz kendi hazırladıkları özel kahverengi bir sos da getiriyorlar. Ben pek sevmiyorum... Biz her gittiğimizde doymuş ve memnun kalmış olarak ayrılıyoruz. Nitekim bugün de öyle oldu. Yener ve Özgün'ün yüzlerindeki ifadeden de belli oluyor sanırım.


Aranızda yolu Cenevre'ye düşenler olursa: tam da eski şehrin merkezindeki bu küçük restauranta bir şans verin derim.

Hamiş: Menü 14.90 CHF.
Internet adresi: http://www.chezmacousine.ch/

Bir Efsaneydi Efsaneydi 90'lar da Çocuk Olmak #2

Evet 90'ları özleyen sevgili nesilim ve merak eden tinimini yeni nesil (biliyorum artık tiniminiliğiniz kalmadı sizler de kocaman oldunuz.), serimizin bu ikinci bölümüne hoşgeldiniz efendim.
Bakalım tozlu raflardan neleri çıkaracağım bugün önünüze:

Cadı Sila desem mesela? Evet, Hügo'nun ailesini kaçırıp kafese tıkan o vamp kadın! Oyunda hügo ölünce Sila'nin o siyah tırnaklarıyla tırnaklarıyla tık tık tık bilgisayarın camına vurma sesi hala kulaklarımda!


Bilgisayar oyunlarından başlamışken, atari salonlarıyla devam edelim. Atari salonlarında harçlığımızın yettiği kadar jeton alır, oynayacağımız oyunun sırasına geçer, bizden önce oynayanları izlerdik. Efsane oynayanlar olurdu. O sıralarda beklerken birileri mutlaka 'Ahmet var ya Street Fighter'da oyun sonu getiriyor, hem de her oynadığında' derdi. Bu arada ben de Chun-Li ile oyun sonu getirirdim :)


90'larda çocuk olup He-man veya She-Ra izlemeyeniniz var mıdır aranızda? Arada ortak bölümleri de olurdu bu çizgifilmlerin. Genelde kızlar She-ra'yı, erkekler ise He-Man'i ''daha çok!'' severlerdi.


Tabii ki Taso'ları unutmadım. Bütün çocuklar taso toplarlardı. Sonra da bulduğumuz ilk merdivenin basamaklarına oturur tasolarımızla oynardık. Tasonuz başka bir tasoyu 'Yerdi.', artık yediği o taso da sizin olurdu. Taso'ların en makbulleri çizgi film karakterlerinin etrafında halkalar olanlarıydı. Bunlara galiba 'Mega Taso' gibi bir şey derdik. Yanlış hatırlıyorsam düzeltin lütfen.


Su savaşları yapardık bol bol. Bazen hortumlarla, bazen pet şişelerle, bazen poşetlerle bazen de yüzüklerimizle! Bu yüzükleri hatırlayan var mı aranızda?


ve sevgili Çimkafa'lar! Çimkafa adamları unutmak mümkün mü? Bu adamcıklar keltoşken alınır, saçları çıksın diye itinayla sulanırdı.


Bu seri 90'lara dair tüm özlediklerimi paylaşana kadar devam etsin istiyorum. O kadar çok şey özlüyorum ki, daha uzunca bir süre okuyacaksınız sanırım :)

Hamiş: Bugün pazartesi ve 'Vidyo'larla haftanın çetelesi' serisini yayınlama günüm, farkındayım. Fakat vine videolarını direkt olarak blogda paylastigimda, blogu oldukça yavaşlattıklarını farkettim.  Bu yüzden yeni bir yöntem düşünene kadar Vine serisini erteleyeceğim sanırım.

Bir Efsaneydi Efsaneydi 90'lar da Çocuk Olmak #1

80'lerin tam ortasında doğmuş, çocukluğunu doksanlarda yaşamış biri olarak zaman zaman inanılmaz bir özlem duyuyorum 90'lı yıllara...

Başlıktan da anlayabileceğiniz gibi hem kendi özlemimi biraz olsun giderebilmek, hem de benim gibi 90'larda çocukluğunu yaşamış arkadaşlarla hep beraber o günleri hatırlamak için yeni bir seri başlatıyorum.

O zamanlar sanki herkes daha içten, her renk daha parlak, her şey daha eğlenceliydi. Akıllı telefonlar ve onlara yapışık yaşayan çocuklar yoktu. Akşam annelerimiz camlardan bağırmaya başlayıncaya kadar sokaklarda koşturur, saklambaç, yakartop, lastik, kovalamaca ve envai çeşit oyunlar oynar, toz içinde kalırdık.

Sulugöz isiminde bir sakız vardı mesela. Kim en çok sulugözü aynı anda ağzına atıp gözü yaşarmadan çiğneyebilecek diye yarışırdık.
Sarı telefon klubeleri vardı. Bir yerlere telefon edilecekse,  bu klübelerden jeton bitene kadar konuşulurdu. Mutlaka içine girer dışardaki arkadaşınıza şu pozu verirdiniz :))) :



Müzik kasetlerimizi istediğimiz şarkıya gelebilmek, bazen de bozuk bir kısmını düzeltmek için kurşun kalemlerle sarardık.


Capri-sun vardı. Önce içer, sonra pipetinden içerisine hava üfler ve yerde BOMM! diye patlatırdık (Önce hüpletir sonra gümletirdik).


Cino'ların en çok portakallısını severdim ben.


Spice Girls daha ayrılmamıştı. Biz mahalleden bir kaç arkadaş bu grubun parçalarına kendi aramızda kareografiler icat eder, sonra anne babalarımızı karşımıza oturtur, onlara gösteri yapardık.


 Her evde biriktirilen ansiklopediler, kitaplığın baş köşesinde dururdu. 


Kokulu arı maya silgilerimiz vardı. Her çocuk bu silgilerden almak isterdi. Durmadan koklardık. Sonra kanserojen dediler, topladılar bu silgileri.
 Yine kokulu kalemlerimiz vardı. Kimisi üzüm kokardı, kimisi çilek... 
Sonra panço cipsler vardı. Bu cipsleri yemek bir seromoni isterdi: Poşeti önce bir elimizle altından sıkıştırıp diğeriyle şişen kısmını vurarak patlatır,ardından afiyetle yer ve son olarak da birer birer parmaklarımızı yalardık.


Şu yukarıdaki fotoğraflara baktıkça suratımı aptal bir gülümseme kaplıyor. Eski günleri hatırlıyor ve özlüyorum. Umarım sizlerde de aynı etkiyi yaratmıştır... 

Serinin bu ilk paylaşımını akıllara zarar bir reklamla bitirmek istiyorum. ''Neee reklam mı?'' demeyin, bir sürü bloggerın: yok efenim tatil sigortası, facebookda iş yok mu, bilmemneee reklamlarını tıklayıp okuyorsunuz ama. Bakın hatrım kalır şu alttaki CapriSun reklamını izlemezseniz. Hem çözünürlük de çok iyi, HD kalite :P


Çılgın Festival

Geçtiğimiz Cumartesi günü Cenevre'nin ünlü 'Lake Parade'i vardı. Bu Lake Parade ne ola ki? diyenler için anlatayım: Son on yıldır Cenevre'nin en ünlü etkinliklerinden biri. Parade'in türkçe karşılığı geçit, yürüyüş, vb. olsa da bir çeşit festival de diyebiliriz sanırım. Bazı firmalar sponsor oluyor ve yaklaşık 20 tane otobüsü dekore edip, süslüyorlar. Her bir otobüste DJ'ler oluyor ve çoğunlukla techno, trance, house muzikler çalıyorlar ve otobüsler gölün etrafında dolanmaya başlıyor. Otobüslerde yer almak için şansını denemek isteyen insanlar erken saatte otobüslerin harekete başlayacağı yere gelmek durumunda. Cenevre'deki en büyük etkinliklerden biri olduğundan katılım da çok oluyor. İnsanlar değişik kostümler giyip, otobüslerin arkasından, yanından yürüyor, dans ediyorlar. Bu arada otobüslerin içerisindeki insanlar da dans ediyorlar tabii.

Biz Cumartesi günü dışarı çıkarken tamamen unutmuştuk Lake Parade'i. Evde bunaldığımızdan, şehire gidelim, biraz gölün etrafında yürüyüş yapar, açılırız diye düşünerek çıktık yola. Trafiğin sıkışıklığını, bazı yolların kapatıldığını görünce hatırladık festivalin o gün olduğunu. Eh şehre kadar inmişken Lake Parade'i izlemeden dönmek olmazdı :).

Her yıl olduğu gibi bu yıl da sokaklarda oldukça renkli kostümler ve insanlar vardı. İnsanların bu kostüm seçerkenki özenlerine, yaratıcılıklarına hayranım. Ben bu tip kıyafetli etkinlikler konusunda oldukça sıkıcı bir insanım. Halloween'da bile maksimum kostümüm: kafama taktığım tavşan kulakları ile sınırlı. Neyse ki dünyada insanlar çeşit çeşit de böyle festivallerde renkli görüntülerle karşılaşabiliyoruz. Yoksa bir şehir dolusu tavşan kulaklı insan geçiş töreni yapsa, ıyyy çok sıkıcı!

Artık ben susayım ve cumartesi günü Cenevre'de nasıl bir ortam olduğunu fotoğraflar anlatsın:



İki tane de video çektim:




Haftanın Videolu Çetelesi - #2

Eveeeet, yeni serinin ikinci bölümüyle karşınızdayım :)
Geçtiğimiz hafta yine vine ile kısa videolar çektim. Vaktimin çoğunu köpeklerle geçirdiğimden videolarda da başrolde yine onlar var. Bakalım hoşunuza gidecek mi?

Biz bir apartmanın zemin katında oturuyoruz. Büyükçe bir terasımız var ve ben evde olduğumda, hava da güzelse zamanımın çoğunu terasta geçiriyorum. Cenevre'de yaz kısa sürüyor ve yazın dahi günlerce yağmur yağdığı, havanın 20 derecenin altına düştüğü günler oluyor. Dolayısıyla güneşli günlerde işten eve döndüğümde hemen kendimi terasa atmayı, güneşi iliklerimde hissederken ayaklarımı uzatıp kitabımı okumayı, internette gezinmeyi ve yemek sofrasını terasa kurmayı çok seviyorum. İki kat üstümüzde Yunan bir çift oturuyor ve çok sevimli Mona isiminde bir köpekleri var. Mona Yener'le beni çok seviyor. Dışarda karşılaştığımızda falan çıldırıyor, üzerimize atılıyor. Sahipleri de oldukça şaşırıyor bu duruma. Terastayken Mona'yı çağırdığımda hemen kafasını balkonlarından aşağıya uzatıp bana bakıyor:
Bu hafta annemin Türkiye'den getirdiği mantıları yaptık ve terasta afiyetle yedik:

Yine bir teras anı, Serena ile özel dansımız:
Cumartesi günü annem ve Yener'le pizza yemeye gittik. Ben en çok rokalı ve parmesanlı pizza seviyorum:
Bu haftaki çetelem burada bitiyor. Yeni videolarla bir dahaki Pazartesi görüşmek üzere :)







Unutmayın!

11 Temmuz 1995.
18 yıl önce bugün.
Bosna Srebrenica'da, BM'in ve bütün dünyanın gözleri önünde İkinci dünya savaşından sonraki en büyük katliam gerçekleşti.
Binlerce insan öldü.
Öldü.


Bu katliama tanık olan ve ailesini de Srebrenica'daki o korkunç günlerde kaybeden Hasan Nuhonoviç'in anılarından bir bölümü paylaşmak istedim:

----------------------------------------------------------------------------------------------------
1992 yılında başlayan Bosna Savaşı’nda, Sırplar çoğunlukla müslümanların yaşadığı Doğu Bosna'da büyük oranda etnik temizlik yapmışlardı. Bosna'nın en doğusunda, Sırbistan sınırında yer alan Srebrenica ise direnişine devam ediyor, Bosna Sırplarının Belgrat'la aralarındaki engellerden birini oluşturuyordu. Binlerce insan savaştan önce 10 bin kişilik nüfusunun 8 bin'i müslüman olan Srebrenica'ya sığınmış, böylece kasabanın nüfusu 60 bine yükselmişti. Kış ayları olmasına rağmen on binlerce insan sokaklarda yatıyor, bunun yanında açlık bütün şehri kasıp kavuruyordu. Miloşeviç'in eski korumalarından polis şefi Nasır Oriç liderliğinde Boşnaklar, Srebrenica'yı kahramanca savunuyorlardı. Ancak bir süre sonra cephane ve yiyecek tükenmeye başlayınca direniş de kırılmaya başladı.
Buraya konuşlandırılan BM Barış Gücü askerleri ise değil buradaki sığınmacıları dışarıdan gelen yardımları bile korumaktan acizdi. Bu yardımlar Sırpların bilgisi ve izni olmadan kasabaya sokulmuyordu. Sırplar kasabaya gelen tüm yardım konvoylarını engelliyor, nadiren izin verdikleri yardım konvoylarındaki yiyecek ve içecekleri zehirliyorlardı. Ancak bu yiyecekler ihtiyaç sahiplerine ulaşmak yerine kısa sürede karaborsacıların eline geçiyor ve fahiş fiyatlarla satılmaya başlıyordu. Kasaba’da her gün 20-30 kişi açlıktan ve hastalıktan ölmeye başlamıştı. BM askerlerinin burada korumakla görevli oldukları insanlara karşı takındıkları iğrenç tavır da yaşanan trajediyi bir kat daha artırıyordu. Kendilerinden yiyecek ve yardım istemeye gelen kadınları, verececekleri bir paket sigara veya bir parça yiyecek karşılığında cinsel ilişkiye zorluyorlardı. Burası adeta her türlü saldırıya açık, yardım ve destekten mahrum meşrulaştırılmış bir toplama kampına dönüşmüştü.
Sırplar dünyanın en büyük ordularından olan Yugoslavya ordusunun tüm imkanlarıyla şehri ateş altında tutarken, müslümanlar bölgeye uygulanan silah ambargosu nedeniyle hafif silahlarla, o da atacak mermi bulabilirlerse direniyorlardı.
………
11 Temmuz 1995, sıcak bir yaz sabahı, Ratko Mladiç, Holllanda askeri gücün hiçbir direnişiyle karşılaşmadan büyük bir zafer kazanmış komutan edasıyla Srebrenica'ya girdi.  Silahlardan arındırılmış kenti ele geçirmek Sırplar hiç de zor olmamıştı.
Şehrin düştüğü akşam katliamlar devam ederken, New York da bulunan BM Barış Koruma Misyonu Şefi Kofi Annan’a durumu yazılı olarak bildiren BM Özel temsilcisi Akashi raporunda şu tuhaf ifadeye yer veriyordu: “Konvoy halinde ilerlemeye çalışan Boşnakların yakınlarında patlayan bazı patlayıcılar, grup içerisinde paniğe yolaçıyor.”10 Oysa bu esnada insanlar dağlarda ve yollarda vahşi hayvanlar gibi kıtır kıtır doğranı-yordu. 
Felaket yalnızca Srebrenica’nın düşmesiyle kalmadı. Şehrin düşmesinden sonra yaklaşık 25.000 kişi büyük bir korku içinde Srebrenica yakınlarındaki Potoçari köyündeki BM Hollanda askeri kampına doğru kaçmaya başladılar. Bunlardan 6.000 kadarı kampa girmeyi başarırken geri kalanı ya kampın çevresinde toplandılar veya Tuzla’ya gitmek üzere dağlara kaçtılar. Srebrenica’dan kaçan bu insanların peşinden yarım saat sonra kampın kapısına kadar gelen General Mladiç, "Kimseye bir kötülük yapılmayacak, zarar verilmeyecek!" diyor ve elindeki çikolataları Sırp kameraları önünde Boşnak çocuklara dağıtıyordu.
Potoçari kampında ve çevresinde toplanan binlerce Boşnak korku içerisinde bekleşiyordu. Hollandalıların Srebrenica’yı hiç bir zorluk çıkarmadan teslim ettiğini gören Mladiç, Albay Karremans’la yaptığı bir toplantıda aşağılayıcı bir üslupla kampın içindeki ve etrafındaki Boşnakların bir an önce kendisine teslim edilmesini istiyor, aksi takdirde kampı bombalayacağı blöfünü yapıyordu. Mladiç, adil bir yargılamadan sonra savaş suçu işlemeyen erkeklerin serbest bırakılacağını, kadınlarla çocukları sağ salim Tuzla’ya ulaştıracaklarını söyledi. Sonunda korkulan oldu ve Hollandalılar, mültecileri, kampı büyük bir kuşatma altında tutan Sırplara teslim etmeye karar verdi. Bundan sonra kampta bulunan tüm Boşnaklar, Hollandalı BM askerleri tarafından silah zoruyla dışarı çıkmaya zorlandılar. Kendilerinin Sırplara teslim edildiğinde öldürüleceklerini söyleyen Boşnakların feryatlarına ve çığlıklarına aldırış etmeden onları zorla Sırpların ellerine teslim ettiler11. Bu insanlara hiçbir şey yapmayacağını söyleyen Sırplar 11 Temmuz 1995 ile 17 Temmuz 1995 tarihleri arasında, kadınları ve çocukları ayırdederek yaklaşık 8 binden fazla genç ve yetişkin erkeği katlettiler.
En büyük katliamın 11-12 Temmuz 1995’te yaşandığını dile getiren Nuhanoviç, dünyanın üç günde 10 bine yakın insanın katledilmesine inanmak istemediğini; fakat Srebrenica’da tarihin gördüğü en büyük katliamın yaşandığını hatırlatıyor: “Şehri ele geçiren Sırp askerleri, bir merkezde topladıkları kadın ve erkekleri önce ayırdı. Sonra erkekleri dışarı çıkardılar. Bir kısmını hemen orada öldürdüler bir kısmını da ormana doğru götürdüler. Kadınların otobüs ve kamyonlara doğru koşmasını istediler. Yaşananlar tam anlamıyla trajediydi.”

----------------------------------------------------------------------------------------------------

Yazının tamamını şu adresten okuyabilirsiniz:

http://www.candundar.com.tr/_v3/#Did=3228

Lozan'da Gezmece

Lozan'ı tek bir cümleyle anlat deseler: Leman gölü kıyısına kurulmuş, temiz havasıyla, yeşil doğasıyla ve genel sakinliğiyle tam bir İsviçre şehri derim.

Geçtiğimiz pazar, havaların da güzel olmasını fırsat bilip kendimizi Lozan'a attık. Kathedralinden başlayarak Lozan sokaklarında dolanıp yorgunluğumuzun acısını Leman gölünün kıyısında nefis göl manzarasına karşı çıkardık. Lozan'dan bahsedip yokuşlarından bahsetmemek olmaz. Benim gibi bir Çukurova çocuğu için o biri bitip biri başlayan yokuşlar, bir türlü bitmek bilmeyen merdivenler uzun vadede oldukça can sıkıcı :),  tek bir günde ise akşamına ''Ahh anammmmm bacaklarım koptu, çok yoruldummm.'' demek için son derece yeterli !

Lozan'da geçirdiğimiz keyifli bir günden geriye bu fotoğraflar kaldı:

Lozan Kathedrali:




Şansımıza karşımıza çıkan bit pazarı:


Lozan eski-şehir merkezinden bir görüntü:


Ünlü Ouchy Şatosuna uzaktan bir bakış:


Biliyorsunuzdur, Olimpiyat komitesi Lozan'da bulunuyor. Bakın Pazar günü, bir sonraki olimpiyatlara bu kadar gün ve saat varmış:


ve yazıyı bize yokuşlu Lozan sokaklarını unutturan manzara ile bitiriyorum:

Haftanın Videolu Çetelesi

Herkese Merhaba!
Bugün itibariyle blogda yeni bir seri başlatıyorum. Bilmeyenler için: Vine twitterın satın aldığı bir video paylaşma uygulaması. Ben de bir süredir bu uygulama ile acaip eğleniyorum. Henüz öğrenme aşamasındayım, kendi çapımda videolar çekiyorum, umarım gittikçe daha da
profesyonelleşeceğim :)
Hal böyleyken her hafta, o hafta içinde çektiğim videoları blogdan paylaşmaya karar verdim. Hem o hafta içinde neler yapmışım kısa bir özet geçmiş olurum hem de sizleri de biraz eğlendiririm belki :)
Bu videoyu Candan'la çalışmaktan bunaldığımız bir öğle arasında çektik. Amaç: Yok!
Cenevre'nin kafası karışık. 3 gün güneş açıyorsa 3 gün de yağmur yağıyor.
Cuma günü CERN'de Çukurova grubu olarak küçük bir kokteyl düzenledik. Dün annem, Yener ve iki misafirimizle (Shadow ve Serena) Lozan'a gittik. Gezinin tadını en çok Shadow ve Serena çıkardı! Bu amcaya da Lozan'da rastladık ve hayran kaldık :) Vine serisinin ilk yazısı burada bitiyor. Umarım hoşunuza gitmiştir.




İkilemler

Gitmek-kalmak,
gülmek-kızmak,
evet ya da belki hayır,
sarılmak-arkanı dönmek!?,
içine atmak-yüzüne kusmak,
sonuna kadar çabalamak-boşvermeyi bilmek,
çay-kahve,
simit-poğaça,
ice tea-kola,
kara kalem-yağlıboya,
Kesmeşeker-Karapaks,
Edward Scissorhands - Eternal sunshine of the spotless mind,
dizi-film,
Deep Red-Miss Cherie,
dışarı çıkmak-evde PTT (pijama,terlik,televizyon),
siyah kalem-eyeliner,
deniz-yayla,
5 yıldızlı otel- şirin bir pansiyon,
bahçeli ev-apartman katı, ....
Ah ne çok seçim yapmamız gerekiyor bu hayatta...Almamız gereken ne çok karar var.
Hangisi doğru, hangisi yanlış? Peki kime göre doğru, neye göre yanlış?

Kafada deli sorular, her bir soruda alınması gereken yeni kararlar...

Belki de ihtiyacım olan tek şey şöyle çifte kavrulmuş, iyice köpüklü bir fincan türk kahvesi...yanında dost sohbeti...Türk kahvesi yogadır diyen sevgili arkadaşıma selam olsun...Kafamda bir soru işareti: Şekerli mi olsa - az şekerli mi ?