İki Bardak Çay

Dışarıda yağmurlar yağsın, gri gökyüzünün altında insanlar yetişmeye çalışsın bir yerlere, hiç bitmeyen meşguliyetler çaladursun herkesin zamanını; belki olur bir gün daha büyük bir evleri, son model arabaları.

Boşver, gel biz seninle güzel bir kahvaltı yapalım. Ekmek tazecik, domateslerin üzerine koyduğumuz taze naneler balkondaki saksımızdan. Çaydanlığa kadar kısacık bir yolculuktur belki de mutluluk, senin ki tavşan kanı, benim ki çocukluğumdan beri paşa çayı.

Karamel'in Ziyareti

Rüyamda Karamel'imi gördüm. 2 yıl önce kaybettiğim can dostumu. Sanırım gittiğinden beri ilk kez geldi rüyama. Ya da belki daha önce de gördüm ama uyandığımda unuttum. Bu sefer hatırlıyorum.
Ölmemişti, ya da ölmüştü de sonradan dirilmişti. Bilmiyorum. Yürüyorduk. O önümden koşturuyordu eskisi gibi. Hep arkadan gördüm ama... Özlemimi gidermek, şöyle bir sarılmak için sesleniyordum ama bakmıyordu, çok uzaklaşmadan önümden koşmaya devam ediyordu. Ben de arkasından sabırla ona ulaşmaya çalışıyordum.
Ah Karamel'im, seni ne kadar özledim, nasıl içimdesin bilemezsin. Mutlu musun gittiğin yerde? Bensiz korkarsın ki sen...
Bunca zaman sonra bugün ziyaretin niye? Darılma sakın, yine gel. Rüyada bile olsa yeniden varlığın çok, çok güzeldi.

Ayşa'nın Savaşı

Ayşa'yı bilir misiniz? Hani şu sokak köpeği Ayşa kız. Tüm mahallelinin sevgilisi, herkesin köpeği...
Yaşadığı mahallede herkesle, kedilerle bile iyi anlaşan başını okşayıp bir kap yemek verenlere yürekten minnet duyan Ayşa kız.
Ayşa bir gece saat 1 sıralarında bir adam tarafından sürüklenerek beyaz bir arabaya bindiriliyor, mahallede Ayşa'nın bakımını yapan, besleyen kişi olayı görüyor fakat müdahale edemeden araba uzaklaşıyor. Neyse ki plakasını alabiliyor ve polise bildiriyorlar. Olay sosyal medyada da çok yankı uyandırıyor ve polisler, hayvanseverler hep beraber adamı aramaya başlıyorlar.
Adam olmayan adamımsı sabaha karşı kendi evinde külodunu çekiştirmeye çalışırken suçüstü yakalanıyor.
Sonrası mı?...Sağlık kontrollerinde Ayşa'nın kesin olarak tecavüze uğradığı anlaşılıyor...
Ah tek suçu insanları sevmek, onlara güvenmek olan Ayşa kız... Biz bile birbirimizi sevemez, güvenemezken sen nasıl güvendin, inandın insanlara...

Fotograf: Hayvansever Gazetesinden alınmıştır.

Ayşa'ya bakan hayvansever yasal süreci başlatıyor ve bir çok hayvansever de Ayşa'nın tüm duruşmalarına katılıyorlar...Ta ki bugüne kadar. Bugün büyük bir gün arkadaşlar. Bugün Ayşa'nın İstanbul Anadolu Adliyesi 31. Asliye Ceza Mahkemesinde görülen  5. duruşmasında, mahkeme heyeti köpek tecavüzcüsü sapık şahısa 2 yıl 6 ay ceza verdi! 

Evet yeterli değil, evet bu adam çok çok çok daha ağır cezaları hakediyor ama en azından bir caydırıcılığı var. Yani umarım...

Bazen

Bazen kötü şeyler olur. Ağlar insan.
Sonra çok yağmur yağar ama bir sabah uyandığında camdan giren güneş ışıkları gözünü kamaştırır.
Serin bir Nisan öğleden sonrası, dışarda yürürken burnuna çimen kokusu gelir.
Bazen bir uğur böceği sen daha dileğini tutamadan uçuverir. Arkasından bakakalırsın.
Bazen bir koku gelir burnuna, sana birini hatırlatır ya da çok eskilerden bir "an"ı. O ana dönmek istersin, dönemezsin.
Bazen söyleyeceğin şeyi unutuverirsin, ne kadar hatırlamaya çalışsan nafile.
Bazen hayal kurarsin ve bazen o hayaller gerçek olur, bazen...

Baykuş Paris'te - 2


Sanırım artık Paris günlerini anlatmanın zamanı geldi. Paris'e gittiğimizden şurada bahsetmiştim. Bugün de size bu romantik şehirdeki ilk günümüzü anlatacağım.

Tren ve uçak fiyatları çok pahalı olduğundan Paris'e arabayla gitmeye karar vermiştik. Cenevre'den sabah yedi gibi çıktık, Paris'e varmamız ise öğleden sonra iki buçuğu buldu.

Paris bizi gri bulutlarıyla karşıladı ama neyse ki yağmur yağmıyordu. Metroya yakınlığından ve fiyatlarının kısmen uygunluğundan, kalmak için Boileau otelini seçmiştik ki gerek temizliğinden gerekse konumundan çok memnun kaldık.

Otelimize eşyalarımızı bıraktıktan sonra metroyu kullanmaktansa  Sein nehrinin kıyısından Eyfel kulesine doğru yürümeye karar verdik. Hem etrafı görürüz hem de biraz Paris havası alırız diye düşündük.

İlk dikkatimi çeken sokakların oldukça kirli görüntüsüydü. Her tarafta köpek kakası vardı. Cenevre'de bu mevzuya çok dikkat edilir (Tüm köpek sahipleri yanlarında küçük poşetler taşır ve köpeklerin arkasından hemencecik ganimetleri toplanır). Bir de çok fazla evsiz insan vardı ve sokaklardaki mazgalların üzerinde oturmuş ısınmaya çalışıyorlardı.

Sokak müzisyenlerini çok severim. Sokaklara ruh kattıklarını düşünürüm. Paris'teki bu ilk günümüzde de köprü altında bir sokak müzisyeniyle karşılaştık.


Eyfel kulesi uzaktan kendini gösterdiğinde soğuktan donmuş ellerimi falan unutup hemen fotograf makinesine sarıldım.



Hava bayağı rüzgarlıydı ama biz yine de dibine kadar gitmişken Eyfel kulesine çıkmaya kararlıydık. Kulenin önündeki sıra bile bizi yıldıramadı. 


Bu arada Eyfel kulesinin birinci ve ikinci katına çıkmak için iki seçeneğiniz var: asansör kullanabiliyorsunuz ya da yürüyorsunuz. Biz yürümeyi seçtik (kişi başı 5 euro idi). Böylece anneciğim de 69 yaşında Eyfel'e yürüyerek çıkmış oldu :) 
Ben 28 yaşında soluk soluğa kaldım ama annişim alnının akıyla bu tırmanışı tamamladı.



Kulenin en tepesine çıkmak için çok uzun bir kuyruk vardı ve hava inanılmaz rüzgarlıydı. Göreceğimiz manzara aynı, sadece biraz daha yukarıdan diye kendimizi kandırıp bu sefer asansörle aşağıya indik.

İkinci durak Şanzelize (Champs-Elise), en iyi ulaşım aracı tabanvay diyerek, başladık yine yürümeye. Bu arada da bloğun sevgili baykuşu, Eyfel ile bir hatıra fotografı çektirdi.


Şanzelize yolunda ünlü Zafer Takı'nı (Arc de Triomphe) da gördük. Austerlitz savaşında Napolyon fransız askerlerine 'Evinize zafer taklarının altından geçerek döneceksiniz.' demiş ve 1806 yılında Zafer Takı'nın inşaatı için emir vermiş. Zafer Takı ancak 1836 yılında yani tam 30 yıl sonra bitirilmiş ve Napolyon'un mezarı 1840 tarihinde zafer takının altından geçirilmiş. Altında 1. dünya savaşında ölen askerlerin mezarı bulunmaktaymış.

Fotograf: Wikipedia'dan

Baykuş zafer takı ile

Son olarak Şanzelize'de bir restaurantta akşam yemeğimizi yiyip otelimize döndük. Günün yorgunluğunu da güzel birer uykuyla çıkardık.

Bu tabanvay gününde bakın kaç adım atmışız:


Hamiş: Sağlıklı bir insanın günde atması gereken adım sayısı 10000 imiş. Biz bunu ikiye katlamışız :)

Bizim Evin Baykuşları

Baykuşlara karşı ilgimin nasıl katmerlendiğinden şu yazımda bahsetmiştim.
İşte bu ilgi tutkuya dönüşünce ben de baykuş objelerini biriktirmeye başladım. Çeşitli ülkelerden, minik butiklerden, internetten aldığım baykuş objelerine bir de arkadaşlarımın hediyeleri eklenince ufak çaplı bir koleksiyonum oldu. İşte bizim evin baykuşlarının bir kısmı:

Evin tam girişindeki panomuz. Panodaki baykuşları bulunuz :)


Salon baykuşları. Her biri farklı yerlerden alındı:



Sekreter Baykuş hemen telefonun yanında nöbette:


Bu tabloyu çoğunuz biliyorsunuzdur, Ikea'dan:


...ve baykuşlarımın en değerlileri. Canım arkadaşım Aslı'nın kendi elleriyle keçeden yaptığı bilge baykuşlar kütüphanemizi bekliyorlar:


Mutfak baykuşları:


Mutfak önlüğümü Fransa'daki ucuzcu bir dükkanda bulmuş ve bayılmıştım.


Arada boynuma konan baykuşlar:


Başucu baykuşları:

Küçük defter sevgili arkadaşım Merih'in hediyesi. Hep başucumda tutuyorum ki gece aklıma yazacak bir şeyler gelirse kafamdan uçup gitmeden bu baykuşa emanet edeyim... 

Yener'in başucuna (o bu durumdan pek memnun olmasa da) iliştirdiğim baykuşumuz:


ve son olarak yatak odasında balkona açılan kapının altında bizi içeri girmeye çalışan soğuktan koruyan baykuş ordumuz:


Baykuş Gizli Lezzetleri Tadıyor


İtalya gezimizin bir kısmından şurada ve şurada bahsetmiştim. Bugün de dönüş yolunda keşfettiğimiz harika bir meyhaneden bahsedeceğim.
Aslında tamamen tesadüfen bulduk bu küçük yeri:
İtalya’nın batısında dik yamaçların üzerine kurulmuş 5 küçük köyden oluşan Cinque Terre’yi ararken teknolojinin tüm nimetlerine, GPS imize rağmen kaybolduk ve açlıktan  midelerimiz guruldarken kendimizi küçük bir kasabanın içinde karşımıza çıkan ilk bir şeyler yenilebilecek yere attık ki bu bir İtalyan meyhanesi oldu.

İçeride sadece sahibi ile karısı ve minik bebekleri vardı. Adam mutfağı açmadıklarını bize ancak bir peynir tabağıyla salata çıkarabileceğini söyledi.
Başka seçim şansımız olmadığından kabul ettik, iyi ki de etmişiz!
Havanın güzel olmasını fırsat bilip mekanın küçük bahçesinde oturmaya karar verdik.



Ortam bir meyhaneden ziyade arkadaşınızın küçük şirin evi gibiydi.
Peynir, salata, ekmek. Çok basit yiyecekler değil mi? Ama işte değil, basit falan değil! Hepsi o kadar lezzetliydi ki! Domates bile domates gibiydi, o suni, tatsız tuzsuz domatesimsilerden değildi. 




Salata ayrı güzel, peynirlerin her biri ayrı lezzetli, güneş içimizi ısıtıyor  bir de ek olarak dost sohbeti...En lüks restaurantlarda yenilen en karışık isimli yemeklere bir lokmasını değişemeyeceğim kadar güzeldi.
Hayat bu, hiç beklemediğiniz şeyler hiç beklemediğiniz anlarda başınıza geliyor. Bizim planımızda bu küçük meyhaneye gitmek yoktu. Kaybolduğumuz için sinirli, Cinque Terre’yi göremediğimiz için üzgündük. Belki de hepsi bu küçük kasabadaki  gizli  lezzetleri tatmamız içindi!

Hamiş: Trattoria Meyhane demek imiş. 

Çekiliş Yok!

Son zamanlarda bir çok blogda bir çekiliştir gidiyor. Üstelik bu çekiliş postlarından doğru dürüst yazılar okuyamaz olduk. Benim hiç hoşuma gitmiyor bu durum açıkçası.
Belki blogumu yeni açtım ama uzun süredir bir blog okuyucusuyum ve bugüne kadar hiç bir çekilişe katılmadım. Bu çekiliş olayının neden hoşuma gitmediğini kısaca açıklayayım:
Çekiliş kim ne derse desin izleyici sayısını çoğaltmak için yapılan bir aktivite. Bloggerlar çekilişe katılma hakkını vermek için çoğunlukla bloglarına izleyici olunması şartını koşuyorlar. İkinci olarak da katılımcıların çekilişi kendi sayfalarından duyurmasını istiyorlar ve bir anda çekilişe katılmak isteyen bir sürü insan bloga üye oluyor. İşte benim takıldığım nokta da bu! Bir kere ben sırf bir hediye kazanmak için insanların bloguma üye olmasını istemem. Bir çok insan var ki sadece çekilişler için bütün bloglara üye oluyorlar. Eh yazdıklarımla ilgilenmeyen, okumayan 100 lerce üyeyi ne yapayım ben...
Bir kitap yorumlama bloğunun yilda bir kere kitap çekilişi yapmasını (bir dolu şart koymadan, karşılık beklemeden) anlarım ama böyle tüm bloglarda sürekli bir çekiliş hali görmekten sıkıldım!
Bloglarda kaliteli, özgün yazılar okumak istiyorum, sürekli çekiliş ilanlarından artık gına geldi.
Hepinize iyi geceler! Eski blog günlerine dönme dileğiyle...

Baykuş Saleve'de

Uzun zamandır aklımda olan bir şey var, artık harekete geçireyim diyorum:
Bundan böyle bloğun bir baykuşu olacak. Gittiğim yerlerde baykuş hanımın baş rolde olduğu fotoğraflar çekeceğim ve buraya ekleyeceğim. Bu da bu konseptin ilk yazısı :)

Yazının şarkısı da bu olsun.

Yarın annem Adana'ya dönüyor ne yazık ki... Biz de kalan son günümüzü iyi değerlendirelim dedik ve Saleve'in yolunu tuttuk.

Saleve Fransa'nın Haute-Savoie bölgesinde, Alp'lerin hemen öncesindeki bir dağ, Cenevre'nin balkonu olarak da biliniyor. Biz bugün Saleve'in doğu kanadına gittik. Arabayla belli bir yüksekliğe kadar çıkıp sonrasında yürümeye başladık.

Bakın 1215. metrede kim poz verdi:


Saleve eteklerinde tek tük evler de vardı. Siz böyle bir dağın başında, bu harika manzaraya karşı tek başınıza yaşamak ister miydiniz?


Evet neredeyse Nisan'ın ortasına geldik, fakat Cenevre bize bu bahar hep gri, asık suratını gösterdi. Bugün uzun zamandır ilk kez güneşi selamladık. E tabii haliyle zirvelerde bayağı kar vardı. 


İşin garibi bizim yürüdüğümüz yerlerde karlar erimiş olsa da hala bir sürü kardelen arz-ı endamdaydı. 


Bizi bir de süpriz bekliyordu; Cenevre'yi  izleyeceğimiz tepeye doğru yürürken yamaç paraşütçüleriyle karşılaştık.



Güneş batmaya başlarken hedefimize ulaştık. Ufak bir tepenin hemen ardından Cenevre o ünlü fıskiyesi ile ayaklarımızın altındaydı.





Güneşin batmaya başlamasıyla hava da bayağı soğudu. Hem üşüdüğümüz için hem de virajlı dönüş yolu biraz gözümüzü korkuttuğundan, azıcık Cenevre manzarası izleyip, doyamadan arabaya döndük.





Gün bitmesine bitti ama benim aklım o tepe'de kaldı...

Siluet

Çok net hatırlıyorum uzun dikdörtgenimsi yüzünü. Nedense gülerken geliyor aklıma. Çocukken çok güldüğümüzdendir belki. İnce uzun bedeni ve çocuk gülümsemesiyle sıraların arasından yürüyüşü canlanıyor hayalimde. Çok konuşamamıştım onunla. Hiç bir ortak anım yok. Keşke diyorum bazen, keşke daha çok arkadaşlık etseydim. Eğer ortak yaşanmışlıklarımız olsaydi belki...belki gülümseyen yüzünden başka şeylerle de hatırlayacaktım onu, anlatacaktım insanlara. Hayatta bir kişi çoğalacaktı ondan bahseden. Şimdi sadece sıraların arasından yürüyen bir çocuk bedeni kadar hatıralarımdaki yeri. O hiç büyüyemeyecek çocuk bedeni...


Fotograf:  National Geographic Photography Contest 2010 (Stan Bouman)

Baykuşlar ve Diğerleri

Bundan 3 yıl önce Yener'in askerliği Şırnak'a çıktığında mahvolmuştum. Hani Şırnak hakkında çok bir şey bilmiyordum ama o güne kadar duyduğum, okuduğum bütün o :
''Şırnak'ta ... asker şehit düştü.'',
''Şırnak'ta hain pusu'' haberleri bir bir beynime hücum ediyordu. Ben ne kadar ağlayıp zırladıysam Yener o kadar sakindi. Eh bana da silkinip kendime gel'miş' gibi yapmak düştü ve Yener birliğine teslim olmadan önce Türkiye içerisinde ufak bir  geziye çıkmaya karar verdik.

Adana'dan başlayıp Kapadokya, Kayseri ve son durak olarak da Ankara'ya uğradık. İşte bu postun baş kahramanı da Ankara'da tesadüfen karşılaştığım o 'Masal dükkanı'. Şimdi nereden duydum, adresini nasıl buldum hatırlamıyorum ama elimde bir adres, peşimde Yener ve Ankara'da yaşayan kadim dostum Umut ile Pirinç Han'daki Antikacılar çarşısında Baykuşlar ve Diğerleri Koleksiyon evini arıyordum. Oldum olası baykuşlara özel bir ilgim vardı ama bir kaç saat sonra bu ilginin iyice katmerleneceğini henüz bilmiyordum. Koleksiyon evinden içeriye ilk adımımı attığım anda oranın içinde olduğumuz dünyaya ait olmadığı hissine kapıldım. Her tarafta dünyanın 4 bir yanından özenli bir çabayla toplanmış çoğunluğu baykuş olmak üzere bir dolu masalsı obje vardı. Koleksiyonun sahibi Ahmet bey hemen yanımıza geldi ve bize Baykuş tutkusunu, baykuş objelerini nasıl toplamaya başladığını büyük bir tutkuyla anlatmaya başladı. Neler anlattığını yazmayacağım, kimbilir belki sizin de yolunuz düşer bu masal diyarına; gri gökyüzünden, sıradan
iş günlerinden, sıkıcı insanlardan bunaldığınız bir gün soluklanmak istersiniz ve giriverirsiniz kapısından içeri, hafif tozlu yüzlerce değişik ''yaşanmışlığın'' arasında kendi ağzından dinlersiniz hikayesini Ahmet Beyin.

                       Fotograf: Koleksiyon Evinin facebook sayfasından alınmıştır.

Bu yazıyı da Ahmet Bey'den bir cümleyle bitireyim:

''Burada bulunan tüm objelerin bir öyküsü var ve onlar satıldıkça yeni sahipleriyle birlikte hikayelerini sürdürüyorlar.''

Baykuşlar ve Diğerleri Koleksiyon Evi'nin facebook adresi için tık!
Ahmet Bey'in röportajı için tık!

Gölgede

Bir tek çocukken mi benzer gölgemizle aslımız?

Fotograf: Lyon'da geçen yıl yakaladığım bir kare

Baykuş Pisa'da


Didar ve annemle yaptığımız kısacık İtalya kaçamağını ne zamandır yazmak istiyordum, kısmet bugüneymiş.
Bir haftasonu kocaları evde bırakıp kız kıza düştük yollara.  İlk durak olarak Didar'ın daha önce bir kaç yıl yaşadığı Pisa’yı seçtik.
Arabayı şehir içerisinde açık bir otoparka parkedip, tıngır mıngır Didar’ın peşinde Pisa sokaklarına daldık. Bir yandan sohbet edip bir yandan sokakları incelerken bir anda Pisa kulesi olanca yamukluğuyla eski binaların arasından sıyrılıverdi.


Bu arada ben sürekli olarak o kuleyi ittirirkenki ünlü pozu ne taraftan vermem gerektiğini kestirmeye çalışıyordum.
Önce kulenin yanındaki kiliseyi şöyle bir gezdik. Beni çok etkilemedi açıkçası, herhangi bir kiliseden farkı yoktu.


Sonrasında şu ünlü kule ittirmece fotoğraflarının çekildiği tarafa gittik.. O anki manzarayı görmeniz lazımdı bir sürü insan elleri havada, kuleyi orasından burasından itme pozu veriyor. Bir kaç denemeden sonra başarıya en yaklaştığım fotograf şuydu:


 Bir de daha sonra çektiğimiz fotoğraflara bakarken şuna çok güldüm (Arkadaki çocuğa dikkat):



 Bu misyonu tamamlamanın hafifliğiyle Pisa gezimize devam ettik.  Birbirine bitişik evleriyle  sıcacık bir havaya bürünen tipik İtalyan sokaklarını arşınladık. Bu evlere de dışardan bakması pek keyifli ama içinde yaşamak öyle olmasa gerek diye düşünmekten kendimi alamadım.







Bir sokakta karşılaştığım şu manzara bana hiç yabancı gelmedi  J  :



 Sonra Didar bizi 1810 yılında kurulan devlet üniversitesine (Scuola Normale) götürdü. Bizim üniversitelere pek benzemiyor ne dersiniz?


 Bir şehri hissetmek için  sokaklarında başıboş dolaşmak en iyi yoldur diyerek , yürümeye devam ettik ve tam güneş batarken Arno nehrinin kıyısına vardık.
Arno çok  cömertti, binbir rengi pırıl pırıl sularına çalarak karşıladı bizi.




Manzaranın  tadını çıkardıktan sonra, hava da kararınca bir İtalya gününü olması gerektiği gibi sonlandırdık ve kendimizi  Napoliten bir pizzacıya attık!

Ben roka ve kurutulmuş etli pizza söyledim fakat biraz hayalkırıklığına uğradım. Olsun, bir kusur pizza olsun!